RICHARD HAWLEY
GÜNÜMÜZÜN EL ÜSTÜNDEKİ VOKALİNİN BİR ZAMANLAR SADECE GİTARİST OLMASI HİÇKİMSENİN SUÇU DEĞİLDİ
Richard Hawley’le ilgili konuşmaya “yalnız adam ve yalnızlık şarkıları” diyerek başlamak çok kolay olacak sanırım. İlk bakışta bu yakıştırmayı yapmayı uygun görürken hikaye biraz daha dikkatli incelendiğinde aslında arkadaşlık dostluk gibi kavramların daha baskın öğeler olduğu fikrine varmak da olası aslında. Zaten onun hayatındaki ve müziğindeki değişiklikler yalnızlık ve arkadaşlık kavramları gibi tezat.
90’ların başında 20’li yaşlarını yaşayan pek çok İngiliz genç gibi Richard Hawley de brit-pop’a kendini kaptırmış birisi. Şu günlerde her ne kadar muhteşem vokaliyle göz önünde olsa da o günlerde grubu The Longpigs’in en fazla gitaristliğini ve solist Crispin Hunt’ın arkasında back vokalliğini yapabilmiş. Grup içi çekişmesi söz konusu olmasa da bir takım anlaşmazlıklar olacağını düşünmek yanlış olmaz. Crispin Hunt’ı tanıyanların Richard Hawley’le vokal tarzları arasındaki uçurumu biliyor olmalarını bir kenara bırakıp tanımayanlara ufak tariflerde bulunalım; Hunt’ı ilk dinlediğinizde ilk defa şarkı söylediğini sanacağınız gerçeğini bir yana koyarsak düzgün olmayan aksanına, hiç çekinmeden ve bolca detone olmasına şaşıracaksınız. Şayet ilk şaşkınlıktan başarıyla kurtulursanız diğer tekrarlarınızda arka arkaya çıkardığı seslerin aslında ne kadar imkansız olduğunu farkedip kendisine taparsınız. Ancak Hawley için bunları söyleyemiyoruz, tapmadığımız kısmı hariç tabi. Onunda kendine has yöntemleri var; Tok, gür sesi, her kelimenin hakkını veren diksiyonu, ses hakimiyetiyle Morrissey’i, Scott Walker’ı ve hatta Frank Sinatra’yı hatırlatıyor bize Hawley. Tapmak için oldukça geçerli bir sebep bu da. Kişisel zevklerimizi bir kenara bırakırsak bu tarzıyla solo çalışmalarında The Longpigs zamanlarındaki başarısını katladığını söyleyebiliriz.
Böyle iki tezat vokale sahip The Longpigs’in kimyasına alkol ve uyuşturucu da girdiğinde ise uzun süre beraber takılamayacakları sonucuna ulaşmak zor olmaz. İstisnasız tüm elemanları bu problemlerle uğraştığı için prova yapmak bile çoğu zaman çileye dönüşüyormuş. Ellerinde iki albüm, omuzlarında Radiohead ve Suede ön grupluğu apoletleriyle, son konserlerinde sahnede anlaşamadıkları için birkaç şarkı çalabilip dağıldılar. Bu dönemleri Hawley hayatının en zor dönemleri olarak nitelendiriyor.
Ancak takdir edersiniz ki hikayenin devam etmesi ve mutlu sonla bitmesi gerek. Durum böyle olunca da bir meleğe ihtiyaç var tabi, biz öyle öğrendik. Hawley’nin meleğinin adı aslında hepimizin bildiği Pulp solisti Jarvis Cocker. Sheffield’dan çocukluk arkadaşı Hawley’nin kötü durumunun farkına varıp ona yardım elini uzatıyor bu dönemde Jarvis. Ayrıca adı geçen dönem öyle bir dönem ki Pulp yıllarca beklediği patlamayı yapıyor ve This Is Hardcore albümünü yayınlıyor. Harvey de dünya turnesinde eşlik etmek üzere Pulp’a katılıp Jarvis’in de iknaları ile alkol ve uyuşturucu tedavisi görüyor. Hemen hemen her röportajında Jarvis’in hayatını kurtardığını söyleyerek minnetlerini sunuyor Richard Hawley.
Tabii hkayenin yavaş yavaş daha da iyiye gitmesi gerek, bir başarı öyküsü anlatıyoruz. 2000 yılında kendi adını taşıyan solo albümünü yayınlıyor Richard Hawley. Bu bir nevi bataktan çıkmanın ilk göstergesi. Daha sonra sırasıyla Last Night Final (2002) ve Lowedges (2003)’i de yayınlayarak kötü günleri geride bırakıyor. İlk iki albümü çok ses getirmese de Lowedges ile en azından varlığından haberdar ediyor insanları. Bu yıllarda Sheffield’a dönüp sakin, sessiz evinde alkol dozu iyi ayarlanmış yaşamını ve albümlerindeki Jarvis Cocker imzalarını göz ardı etmemek gerek.
Yıl 2005 olduğunda ise artık en yukarı çıkmanın vakti geliyor hikayenin gelişiminde. Bu kısım artık hepimizin gayet iyi bildiği bir seyir zaten. Evinde incecik, samimi, duygusal, sessizce ağlayan melodilerle kötü günlerinden kurtulan Hawley’nin sesini Coles Corner albümü ile bütün dünya duyuyor ve 2006 Mercury Prize’ın adaylarından biri olmayı başarıyor. Ödülü hemşehrileri Arctic Monkeys’e kaptırmasıysa o kadar önemli bir sorun değil zaten. Albüm kapağına “Her şehirde insanların buluştuğu özel bir yer vardır. Sheffield’da bu yer Coles Corner’dır” yazıp elinde çiçeklerle o köşede verdiği kapak pozu ile de şarkılarının samimiyetini tam olarak tamamlamış bu albümde.
Onu hiç dinlememiş birisi için müzik kariyerine bakarak solo albümlerinin nasıl olabileceğiyle ilgili bir tahminde bulunmak imkansız gibi. Bir brit-pop gitaristinin, Bernard Butler (ex-Suede) ve Graham Coxon (ex-Blur) gibi benzerlerinin solo albümlerinden tamamen farklı şekilde gitar sololarından, hızlı tempolardan uzak, orkestrasyon şarkılarını dinlemek onun müziğe bakış açısının zamanla nasıl değiştiğini gösteriyor bize. “Vay be gitaristlerinde bile ne biçim ses varmış” diyerek The Longpigs için üzülmekse tamamen kişisel bir mesele.
Hikayenin şimdilik son bölümüne geldik. Sırada yeni albümü var çünkü. Lady’s Bridge ağustos ayı sonunda yayınlandı ve İngiltere’de 6 numaradan listelere girdi. Müziğinde herhangi bir değişiklik söz konusu değil. Coles Corner’da bıraktığı yerden kendinin ve yakın çevresinin hikayelerini anlatmaya devam ediyor. Biraz yüzsüzlükle bir devam albümü bile diyebiliriz sanırım. Tıpkı Coles Corner’da olduğu gibi bu albüm de ismini Sheffield’dan, şehir merkezindeki bir köprüden alıyor. Açılış şarkısı Valentine ve Serious ile Frank Sinatra (The Longpigs’in Frank Sonata şarkısını tavsiye ederek geçelim burayı), Dark Road ve I’m Looking For Someone To Find Me ile de The Smiths tadlarını almak son derece hoşlandığımız durumlar.
Richard Hawley sürpriz yapıp hikayenin sonuna bir mucize daha ekler mi bilemeyiz ama takip etmeye devam edeceğimiz kesin. Hikaye devam ediyor ve izleyici neyle karşılaşabileceği konusunda hiçbir fikre sahip değil.
Yazı: Serdar NARTOP
İllüstrasyon: Eren ARAPÇI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder