Salı, Eylül 26, 2006

ara verme mecburiyeti


şeyyy bir süre ara vermek zorundayım yazmaya. evimi taşıyorum yarın. yeni eve adsl ne zaman bağlanır bilmiyorum ama en fazla 2 hafta sürer. bağlanana kadar internetsiz bilgisayarda uzun süredir yazmayı düşündüğüm 3 yazıya da fırsat bulmuş olucam. sürpriz olsun söylemem. görüşürüz hadi.

the verve

Image Hosted by ImageShack.us

90'ların başında brit-pop en harika günlerini yaşıyordu. suede'ler, oasis'ler, blur'ler, the auteurs'ler dört nala gidiyordu. ama 90'ların ikinci yarısı ve 2000lerin başı aslında onların tarzıyla sarsılacaktı. psychedelic, alternative rock ya da brit pop ne derseniz deyin. the verve.

bir iyi vokal bir de iyi gitaristiniz varsa başarılı için ihtiyacınız olan az şey kalıyor geriye. bunlardan bir tanesi kesinlikle şanslı olmak. işte belki de the verve'ün tek takıldığı nokta bu oluyor. ilk iki albümleri A Storm in Heaven (1993) ve A Northern Soul (1995) ingiltere'de en büyük brit pop çılgınlığının yaşandığı anlara denk geliyor ve onların daha ağırbaşlı halleri diğer gruplara nazaran biraz daha sönük kalmalarına neden oluyor. ama bu demek değil ki silik, umursanmayan bir gruptular. pulp, new order ve nick cave'in de sönük kaldığını söyleyelim ki durum anlaşılsın. özellikle "A Northern Soul"den "history"nin "the drugs don't work" ya da "bitter sweet symphony"den eksik kalır yanı yok. sadece doğru zamanda doğru yerde olamamış o kadar.

mad richard (richard ashcroft)'ın uyuşturucu problemleri -ki uzun bir süre aşırı dozdan komada kalması hadisesi var, gitarist Nick McCabe (gruba soundunu kazandıran temel taş kesinlikle oydu) gruptan ayrılması the verve'ün tamamen dağıldığı haberlerini beraberinde getirdi. (bu süre içinde gitarist olarak suede'den henüz ayrılmış olan bernard butler birkaç stüdyo çalışmasına katıldı ama gruba dahil olmadı)

efsane böyle bitti dersek gülerler tabi ki. richard ashcroft lucky man'de der ki;" ben şanslı bir adamım, ellerimde ateş var." doğru zaman gelmişti ve ateş kendini gösterdi. the verve hiç kimsenin beklemediği şekilde tekrar birleşip aslında sadece daha önce de yaptıkları müziği yaptılar. Urban Hymns (1997) Pitchfork Media'dan 8.9 not aldı, Q dergisi tarafından 1998 yazarları tarafından gelmiş geçmiş en iyi 18. albüm, 2006 yazarları tarafından gelmiş geçmiş en iyi 16. albüm seçildi. 1998 mercury prize'a aday oldu (gomez-bring it on'a kaptırdı). "the drugs don't work" ingiltere listelerine 1 numaradan girdi.

Urban Hymns'i bu kadar kısa geçemem tabi ki. bütün şarkılarını beğendiğim birkaç albümden birisi. The Rolling Stones şarkısı "The Last Time"ın sampleı kullanılarak hazırlanan, opel'in reklam jingleı Bitter Sweet Symphony ile mükemmel bir açılışı var albümün. klibini de unutmamak lazım. massive attack-unfinished sympathy klibine gönderme nitelikli klipte çatık kaşlı kara delikanlı, 2 boyutlu kemik adam deli richard'ı önüne gelene omuz atarak yürüyüşünü bilmeyen yoktur. (wikipedia sağolsun google map'te klibin başlangıç noktasını göstermiş.
bakın ) daha sonra arka arkaya Sonnet, The Rolling People ve tabii ki The Drugs Don't Work üçlüsü tek başlarına bir albüm kurtarabilecek düzeyde. The Drugs Don't Work'ü Richard Ashcroft'un uyuşturuculara mı yoksa medikal ilaçlara mı gönderme yaptığı düşünüledursun,... pfff o şarkı için diyecek başka birşey bulmaya çalışmak istemiyorum. "mükemmel". "ilaçlar işe yaramaz, sadece seni daha kötü yaparlar, ama senin yüzünü tekrar göreceğimi biliyorum" umut ve heves yaşama nedenidir.
albüme tempo katan iki parça Come On ve This Time'da adından bahsetmeden geçilmeyecek şarkılar. ikisinde de özellikle Nick McCabe'in gitarlarda ne haltlar karıştırdığına dikkat edilmesi gerek. bir "mükemmel" daha.

böyle büyük bir geri dönüşün ardından yeniden dağıldı ama the verve. kendilerini 90ların başında pek takmayanların ağzının payını verip 1999'da her biri kendi yoluna gitti. Richard Ashcroft 3 solo albüm yayınladı (bunlara şimdi dalmak istemiyorum), Spiritualized keyboardcusu Kate Radley ile evlenip 2 de çocuk yaptı. Nick McCabe bir takım prodüktörlüklerle meşgul. Simon Tong da Damon Albarn'la beraber "The Good The Bad And The Queen" kadrosunda yer alıyor.

Richard Ashcroft'un Noel Gallagher (oasis) ve Chris Martin (coldplay)'le yakın dostluğunu da laf arasına sıkıştırayım ve bitireyim. kapanışa o kadar bahsettiğim Bitter Sweet Symphony en iyi gider bence.


Cuma, Eylül 22, 2006

mc almont & bernard butler konserciği

blogun en önemli adamı bernard butler'la ilgili bir konu. herkes pür dikkat kesilsin lütfen.
daha önce David Mc Almont ve Bernard Butler'ın yeni singleları speed'in 7 ağustosta yayınlandığını haber vermiştim. hala şarkının mp3ünü bulamamama rağmen
myspace ve youtube şimdilik ihtiyacı gideriyor. youtube ayrıca yine bir güzellik hazırlamış bizim için. 21 ağustos gecesi Londra Jazz Cafe'de verdikleri konserciğin tüm şarkılarını sunmuş bize. işte en çok istediğim şeylerden bir tanesi bir gün istanbul'a da aynen bu şekilde gelip konser vermeleri. biliyorum bu konu çoğunuzun ve hatta belki de hiçbirinizin umurunda olmayacak. ama benim için blogda bu güne kadarki en önemli konulardan birisi. buyurun isterseniz.

speed


falling


tonight


goodbye


yes

Perşembe, Eylül 21, 2006

bir haber ve arkasından the longcut linki

bir durum var. dünkü bir teklif sonrasında the modern way yazar ekibindeyim. uzun süredir takip ettiğim ve gerçekten özel bir indie blogu. muhtemelen çoğunuz canınızı sıkmak istemem'i de orası sayesinde öğrendiniz. tabii ki burayı bırakmak gibi bir niyetim yok. oradaki yazılarımın linklerini burada vericem. hala the modern way'den bihaber olan varsa da artık sık kullanılanlarına eklese iyi olur. neyse haber buydu.


the longcut'ı da okumak isteyeceğinizi umuyorum. buyurun.

Çarşamba, Eylül 20, 2006

blackbud - forever

bir işe başladıysam devam edeyim. tam gaz blackbud. 16 ekimde "forever"'ın singleını yayınlayacağını açıkladı. yeni kliplerini de bu şarkıya çekmişler. buyurun izleyin. ben hala sürekli blackbud dinlemeye devam ediyorum. neyse bakalım.

sonra radiohead... yeni.


radiodread albümünü radiohead dosyama yerleştirirken yaklaşık 2 ay önce indirdiğim konser kayıtlarını görünce neden daha önce blogda vermedim bunları diye kızdım kendime. 29-30 haziran akşamları Los Angeles Greek Theatre'da verdikleri konserlerden yeni şarkıları upload ettim. liste şöyle:
radiohead-15 step
radiohead-arpeggi
radiohead - bodysnatchers
radiohead - nude
radiohead - all i need
radiohead - bangers and mash
radiohead - down is the new up

ve 27.06.2006 San Diego konserlerinin de (ufo görüldüğü iddia edilen) tamamını upload ettim. 154 MB. biraz fazla evet.
radiohead-27.06.2006-San Diego
şarkı listesi:
01 Airbag
02 The National Anthem
03 Where I End And You Begin
04 15 Step
05 Exit Music (For A Film)
06 Bodysnatchers
07 My Iron Lung
08 Go Slowly
09 Videotape
10 I Might Be Wrong
11 Climbing Up The Walls
12 All I Need
13 Pyramid Song
14 Spooks
15 Idioteque
16 Myxomatosis
17 Bangers 'n Mash
18 Bones
19 Like Spinning Plates
20 A Wolf At The Door
21 Down Is The New Up
22 Fake Plastic Trees
23 Nude
24 Everything In Its Right Place


buyurun efendim biraz radiohead dinleyelim. yeni albüm seneye yaz aylarında geliyor. albüm çıkana kadar da yeni turneye çıkmayacaklarmış.

önce radiodread... yeni.

shoutboxta haberini vermiştim. Easy Star Records marifeti RADIODREAD: A Complete Reggae Version Of OK Computer ağustos ortasında yayınlanmıştı. gün itibariyle albüm elime geçti sonunda. albümün vokalleri şöyle:

Airbag (featuring Horace Andy)
Paranoid Android (featuring Kirsty Rock)
Subterranean Homesick Alien (featuring Junior Jazz)
Exit Music (For a Film) (featuring Sugar Minott)
Let Down (featuring Toots & the Maytals)
Karma Police (featuring Citizen Cope)
Fitter Happier (featuring Menny More)
Electioneering (featuring Morgan Heritage)
Climbing Up the Walls (featuring Tamar-kali)
No Surprises (featuring The Meditations)
Lucky (featuring Frankie Paul)
The Tourist (featuring Israel Vibration)
Exit Music (For A Dub)
An Airbag Saved My Dub

massive attack'le pek çok kez çalışan horace andy amca dikkatinizi çekmiştir umarım.
işin içinde ok computer varsa kötü birşey çıkmayacağı kesin. beklediğimden çok daha güzel olmuş. belki bir ara sıkılır gibi oldum ama her şarkı başlangıcında acaba bu nasıl olmuş diye merak etmek çok eğlenceli. ayrıca her şarkıda kahkaha attım bunu da böyle mi yapmışlar diye. airbag ve climbing up the walls özellikle harika. paranoid android'i hiç beğenmedim ama. şunu da demeden geçmeyeyim ki; tabi ki hiçbirisi orjinaline yaklaşamamış coverlar. yine de ok computer'ü 1 kere bile dinlediyseniz bunu da mutlaka dinlemelisiniz. buyurun.

easystar all stars - radiodread

Pazartesi, Eylül 18, 2006

the who amcalardan yeni albüm



en son 24 yıl önce albüm yayınlamış olan the who yeni albüm sürprizi yapıyor.
"endless wire"'ın çıkış tarihi 30 ekim. şarkı listesi de şöyle:
-Fragments -A man in a purple dress -Mike post theme -In the ether -Black widow's eyes -Two thousand years -God speaks of marty robbins -It's not enough -You stand by me -Sound round -Pick up the peace -Unholy trinity -Trilby's piano -Endless wire -Fragments of fragments -We got a hit -They made my dream come true -Mirror door -Tea & theatre

davulcuları zak starkey bir süredir oasis'le çalıyordu.

kyo

Image Hosted by ImageShack.us
fransız gruplara daldım bir an evet. kyo'nun aslında brit ve ya indie ile alakası yok. doğrudan rock yapıyorlar. hatta bir kaç şeye de benzeteyim hemen; nirvana ve pearl jam'in daha kötüleri ve hatta biraz da rage against the machine, audioslave, soundgarden falan. ama tarz bakımından. gaza gelmeyelim.

1997 yılında çalmaya başlamışlar. 3 albümleri var (kyo (2000), le chemin (2003), 300 lésions (2004)). grup florian dubos (bass, geri vokal), fabien dubos (davul), benoit poher (vokal) ve nicolas chassagne (gitar)'dan oluşuyor.

sert vokallerden hoşlanmamam dışında kaba fransızca da aynı tad kaçımını gündeme getiriyor. tarzı daha cazip gelen noir desir'i bile bu sebeple dinleyemememe rağmen kyo da nerden çıktı denilebilir. isimleri ilginç geliyor açıkçası. sanırım yazma nedenim de bu. bu anime hastası gençler isimlerini doğrudan doğruya King of Fighter karakteri Kyo Kusanagi'den almışlar. benim de oyunda en iyi kullandığım adamdı.
Image Hosted by ImageShack.us
2003 yılında çok tutulmuşlar. fransız kanalı mcm'in de desteğini almışlar. mtv de biraz pohpohlayınca oldukça iyi satmış özellikle "le chemin" albümleri. fazla uzatmayacağım. şarkılarını zorlanmadan bulabilirsiniz ama "hmm dinlenilebilir" diyebildiğim şarkılarından "contact"'ı sunarak susayım. zaten diğer şarkıları da en fazla bunun gibi. yazıyı yazarken arka arkaya 12 şarkılarını dinledim ve açıkçası yazmaya başladığıma pişman oldum. neyse yeter.
kyo - contact

the dude - specially for you

Image Hosted by ImageShack.us

gecenin 5'inde kendimi birden bu albümü dinlerken buldum. yazayım dedim.

fransız grup the dude. şarkıları ingilizce ama. 2000 yılında kurulmuşlar ve tek albümleri "specially for you" da 2004 çıkışlı. 90'ların brit popuna günümüzdeki en yakın gruplarından bir tanesi. blur, pj harvey ve oasis kokusu gitarlarında ve vokallerinde çok belirgin. Alexandre Sangan (vokal, gitar), Olivier Guimbail (gitar), Laureline Prud'homme (vokal, bas) ve Gilles Morillon (davul)'dan oluşan grup adını gerçekten de tam tahmin ettiğiniz gibi "the big lebowski"den almış.

elimdeki bilgi budur. tabi ki sizi şarkısız bırakmaya niyetim yok. özellikle "down"a ve Laureline hanımın vokalleriyle birden coşan "sunday 3AM" dikkat diyerek 6 şarkılarıyla başbaşa bırakıyorum. sıkı takibe aldığım gruplardan. emin olabilirsiniz.


the dude

Cumartesi, Eylül 16, 2006

benim rock'M coke (geç oldu, güç oldu ama oldu)

"şükür kavuşturana" deyip başlayayım.

cuma gecesinden kampa gittim. yolda yağmur yağmıyordu ama hezarfene yaklaştıkça bulutlar kararıyordu. gelecek parlak değildi evet. otobüs de baya komikti. yanımdaki çocuklardan biri "ya geçen sene ne güzel korn vardı" deyince kahkaha atmamak için zor durdum. ayrıca şoför tem otoyolu çıkışında gişeye "pardon hezarfene nasıl gidilir?" deyince otobüste kahkaha koptu (tarif ettim endişelenmeyin. gittik festivale. valla bak). yolda bir de tuvalet molası verildi ki o en komiğiydi. hezarfene girişte sırada beklerken yağmur çiselemeye başladı. girişe labirent koymaları baya düzenlemiş girişteki kalabalığı. çadır bölgesine gittiğim anda yağmur indirdi. daha çadırı kuramamıştım ve çantam, giydiklerim, uyku tulumum ve çadırın içi sırıl sıklam oldu. bir daha da hiç o kadar yağmur yağmadı zaten. çadırla uğraşırken popcorn'u da göremedim. ama uzaktan dinlediğim kadarıyla pek iyi değildi. ilk gece soğuk ve suluydu. battaniye de getirdiğime şükrettim ve her derde deva havlu da bu sefer kafamı üşütmememe yardımcı oldu. cumartesi sabahı hava bulutlu ve hafif soğuktu. aslında çok ideal bir havaydı.

aydilge'yle festivale başladım. hanımefendiyi ilk kez dinledim. ama sahneye dandadadan basçısıyla çıktığı için tanıdık birisi vardı en azından. aydilge'nin sesi iyiymiş ama özel bir yanını bulamadım. hoşlandığımı söyleyemem. çok sıradan geldi. bir şarkıda 2 dansçıyla atraksiyon sağladı ama nafile.

daha sonra da burn'de dandadadan için en önde yerimi aldım. sunum yapmak için hakan tamar sahneye çıkınca tek başıma alkışlamaya başladım. neyse ki sol taraftan bir kişi daha benle beraber alkışa katıldı. alkışı en çok hak eden adam hakan tamar ama ah bir de farkeden olsa. festival alanında konuştuğum herkese tavsiye ettiğim dandadadan yine çok çok iyiydi. bir takım ses problemleri yaşadılar. muse konseri öncesinde klavyeci burak ve baterist berke'yle kısacık sohbet ettim. geçen seneki gibi bu sene de kendi tabirleriyle "daha afyonları patlamadan" sahneye çıkmaktan hiç memnun değillerdi. ses sorununu da ekleyince berbat bir performanstı dediler ama onlar öyle sansın. arkalarındaki ekranda şarkılarla uyumlu videolar görsellik de getirmişti sahnelerine. "zın zın"ı çalarlarken bir hanım efendinin çatalı gösterme videosu ve "kara araba" şarkısındaki katil araba christine'in kendini toparlama anlarının görüntüleri çok eğlenceliydi. burn'de devam ettim zira ana sahnede hayko cepkin ve yüksek sadakat dinlemek gibi bir man... ıımm neyse dinlemedim işte onları. west end girls'ün pet shop boys şarkılarına oldukça fazla katılım vardı. "go west" bir nevi patlama anıydı. ben de sıkıntıdan patlayabilirdim aslında o anda.

mercury rev dinlemek istediklerimdendi. arkadaşlarla zaman geçirirken çok dikkatli dinleyemedim. seyyar bir dinlemeydi. fakat bir ara o kada coşkuluydular ki daha önce onlar için dediğim "çok bayıklar" lafını geri aldım. aslında tam bu sıralarda kamikazede korku dolu anlar yaşıyordum. yükseklik ve özellikle de yüksekte ters durma korkuma (daha baskınmış meğer) rağmen nasıl ona binmeme ikna ettiler beni hala hayret ediyorum. binmeyi bırakın bakmaya bile dayanamıyordum. neyse. daha sonra mercury rev'e biraz daha yaklaştım ve "çok bayıklar" cümlesini tekrar kurdum.

ardından bomba patladı. gogol bordello. eugene hutz nasıl bir adamdır? yerlerde yuvarlandı, atladı, zıpladı, hopladı, dans etti, gitar çaldı, kafasına bere geçirdi, çöp tenekesi çaldı, sahnedeki kızları öptü ve sesinde en ufak falso vermedi. kemancı bey ve iki hanım da gösteriye büyük görsellik sağladılar. inanılmazdı. sanırım herkes her sene "gogol bordello festivali" düzenlense ya diye düşünüyordu. herkes mutlaka en az 1 kere canlı seyretmeli. olağanüstü.

ve kasabian. güzeldi demek isterdim. pek sevmiyordum ama bu konserden sonra seviyorum demeyi istiyordum. diyebilecek miyim bakalım... hayır. biraz fazla toy göründüler. onları hep kula shaker'a benzettim ama ı-ıh. beğenemedim malesef. ayrıca solistin neredeyse iki lafından birinin "istanbul" olması fazlasıyla iticiydi. her seferinde "heeey istanbul dedi" diye çığlık atan
insanları da anlayamadım.

muse için gayet istekliydim. zaten festivalden önce "bu gruplardan sadece birini izleyeceksin.seç birini" deseler muse'u seçerdim (placebo'yu daha önce izlemiştim ve gogol bordello'nun bu kadar müthiş olacağını tahmin etmiyordum.) matthew bellamy de eugene hutz gibi sahneye tam hakim frontmandi. 2005 brit awards en iyi sahne performansı ödüllerini ne kadar hak ettiklerini gösterdiler. bütün festival boyunca da özel sahne dekorasyonuna sahip olan sadece
onlardı. elektro gitar seviyor olan birinin beğenmemesi mümkün değildi konseri. ki ben o anda üzerimde bernard butler ve gitarı konulu tişört giyecek kadar elektrogitar hastasıyım. festivalde herkes gitar çaldı ama hiçbirisi onlar kadar etkilemedi. her albümden de çaldılar. sevdim fazlasıyla. pek saygı duymuyordum onlara ama artık fazlasıyla saygı kazandılar gözümde. benim için sınıf atladılar.

son 3 ayın an güzel uykusunu (en fazla 3 saatlikti ama neyse) uyumanın verdiği iyi halle başladım 2. güne. yalnız başıma güzel bir sabah gezisi yaptıktan sonra kahvaltı ve arkadaşlarla sohbetle başladı gün. ve sonra sony ericsson'un grup ismi bilme yarışmasına ısrarlar dahilinde katıldım. 10'da 9 yaptım ki senelerdir dinlediğim cake'in (o an çalan never there'in ismini ve sözlerini söylememe rağmen) ismini dilimden dışarıya çıkartamadım. utanıyorum. neyse.

direc-t solisti bilge'yi sabah çadırlar bölgesinde gördüm ve tanıştım. saat 14.00 itibariyle burn çadırı en kalabalık haliyle direc-t'i ağırladı. yaylılarla destekledikleri kendi şarkıları, nirvana coverları ve bence günün en güzel anlarından the beatles-across the universe coverı harikaydı. direc-t aslında ana sahneyi hakettiğini gösterdi. aynı anda anasahnede olan ogün sanlısoy'dan daha fazla kalabalık topladıklarına eminim.

sonrasında da burn'de devam ettim. the rogers sisters sürpriz gibi oldu ve harika performans çıkardı. bu anlarını vega ve reamonn'la harcayanlara acıdım. ama tabiki tercih meselesi. burn'de neler kaçırdıklarını bi bilseler.

the rogers sisters'ın arkasından reamonn'a da zaman kaldı. bir göz attım ve gerçekten şaştım. irlandalı solist (alman grup olması şaşırtmasın.polemiğe gerek yok) Raymond Michael Garvey'in şarkılarına hemen herkes eşlik ediyordu ve büyük bir kalabalık vardı. ben iğrenip şaşıra şaşıra konserin bitmesini bekledim. bu kadar hayranının olacağını ummuyordum. susayım.

duman'ı dinlemeyi çok istiyordum konser öncesi. bazı arkadaşlarımla karşılaşınca duman'a yaklaşasım gelmedi ama. insanlar akın akın sahneye gidiyordu ki duman daha önce seyretmediğim ve daha sonra seyredemeyeceğim bir grup olmadığı için o kalabalığa girmeyi istemedim. onun yerine sanal atletizm de baya eğlenceliydi ayrıca.

the sisters of mercy... evde uzun süre dinlemiyordum çünkü çok benzer tınıları sıkıyordu. konsere açıkçası koşa koşa gidip önlerden de yer tuttum. zaten arkasından editors ve placebo da cazipti. ne hikmetse önüm de açılıverdi, oldukça ilerledim. Andrew Eldritch sahnede kükremeye başladığı anda buna dayanamayacağımı anlamıştım. uzadıkça bağırdı, sıradanlaştı ve bir ara
gerçekten artık başım ağrıyordu. sahnede içtiği (zıkkım içesice) bir takım sigaramsı zımbırtı yüzünden dev ekranlar da kararınca kapkaranlık berbat bir konser oldu. karabasan gibi çöktüler. gitaristleri de çok gürültücüydü. bi de Andrew Eldritch beyaz giymişti. en büyük hayal kırıklığım onlar oldu.

hayal kırıklığı deyince editors'e geçmenin tam zamanı. hani küçük çocuklar dikkat çekmek için koşturur, abuk subuk işler yaparlar ya, anladınız siz. bu kadar itici olunabilir. solist Tom Smith "aha salağa bak neler yapıyor" cümlesini kurdurdu bana. düştü, kalktı, sırıttı, hopladı, piano çalarken şekilden şekle girdi ve sonunda da malum gitarını da seyircilere fırlattı manyak. açıkçası arkasından dayanamayıp kendisinin de atlayacağından korktum ve yapsa şaşırmazdı kimse. sağda solda çekilen resimlerine bakınca çok aklıbaşında, dingin insanlar gibi görünüyorlardı (
şu en bilinen hallerine bidaha bakın mesela) ama sahne adamı ne hallere sokuyormuş demek ki. fena halde gözümden düştüler.

nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde placebo'dan önce kendimi 3. sıraya kadar gelmiş buldum. 2. placebo konserimdi ve o kadar da umursamıyordum onları bu sefer. önceki seyredişimde hilton convention center'da en öndeydim ama o kalabalıktan "placebo'nun canı cehenneme" diyerek arkalara kaçmıştım. neyse. konser: Brian Molko "beyefendi" (ona böyle demek bile placebo bitti demekle eş anlamlı bence) hakkında birşeyler söyleyesim var. ama şimdi bu yazıyı işgal etmeyip sonra bir yazı yazıcam. Stefan Olsdal neredeyse one man show yaptı. o zaten hep böyleydi ama yalnız değildi! molko "beyefendi" takım elbiseleri içindeydi ve onlara uygun davrandı (ufak numaralara karnımız tok). son albümün hemen hemen hepsini çalmaları buna rağmen önceki albümlerin hitleri pure morning, taste in men ve without you i'm nothing'i söylemeyerek geçmişlerine ve onları bu geçmişleri için sevenlere (bkz: ben) haksızlık ettiler. daha sahne süreleri bile dolmadan bislere başlamaları da kendilerine yakışmayan kurnazlıktı. açıkçası bizi salak yerine koydular kimse kusura bakmasın. anladım ki placebo her izleyişimde daha kötüye gidiyor olacak. sahnede yuvarlanmakla, birkaç avuçlamayla olmuyor malesef. placebo için bolca malesef, malesef, malesef, malesef... daha iyisini yapmışlardı.

sonra da pılımı pırtımı toplayıp evime kaçtım.

biraz da organizasyonla ilgili konuşayım. geçen seneki festival sonunda şunları yazmıştım:

"taksimde 2 saat servis beklemeyi, girişte 3 saat kuyrukta beklemeyi, çadır
kurduktan sonra para yerine geçicek kartlardan almak için sıra beklemeyi,
gece aniden bastıran yağmuru, karton bardakla yağmur suyunu boşaltmaya
çalıştığım çadırımı, patlayan ve altından su almaya başlayan converse taklidi
ayakkabılarımı, ıslanan çoraplarımı, bütün gece çadır bölgesinde bağırışan
diğer kampçıları, gecenin soğuğunu, yağdığı zaman soğuk ve rüzgarlı, güneşli
olduğunda kavurucu havasını, sadece korn'u bilen katılımcıları, çamuru, cezayı,
son geceki inanılmaz soğuğu, dönüşte tek bir taksi bile bulunmamasını
saymazsak harika bi festivaldi."

bunların hemen hemen hiçbiri yoktu bu sefer. bakırköy'den servise 15 dakikada bindim. girişte uzun kuyruklar beklemedik. labirent baya toparlamış girişi. (dayanamıcam, iğrenç espri: labirentte doğru çıkışı bulamayıp kaybolanlar yüzündendir) ayrıca x-ray cihazlarının sayısı arttırılmış. daha az bekledik.

çadır bölgesi daha düzenliydi. çadırlarını yollara kuran insanlar yoktu. buna izin verilmemiş. aslında belki de geçen seneki kadar kalabalık kampçı olmamıştır. bilmiyorum ama iyiydi kamp bölgesi.
her yer çimlendirilmiş. geçen seneki kadar çok yağmur yağmadığı için bunun başarısını göremedik ama 2. gün de yağsaydı çimlerin de dayanacaklarını sanmıyorum. 1 hafta erken yapılsa festival herşey yolunda olacaktır hava açısından.

rock-card kuyruğu hiç beklemem gerekmedi. yemek içmek için de hiç kuyruk beklemedim.

2.gün çadırımı örümcekler istila etti. yanıma böcek ilacı almamıştım ve muhtarlıktan yardım istememe rağmen bana bir böcek ilacı bile veremediler. biz gelmeden önce alan ilaçlanmışmışmış. festival alanına örümcekleriyle gelen biri mi vardı acaba? napalım.

dönüşte çok rahat otobüs buldum.

alanda sıcaktan kaçmak için gölge alan ve yağmurdan kaçmak için üstü kapalı alanlar yetersiz. tuvaletler; sadece işedim. sular da hiç kesilmedi. hep de sabun vardı. bence sorun yok.

sonuç: gruplar yetmedi, kesmedi. malesef. ama düşünüyorum da çok sevdiğim gruplar festival dahilinde gelmesin. doyulmuyor.

Perşembe, Eylül 07, 2006

mercury prize arctic monkeys'in.


tahminler doğru çıktı. ingiltere'nin en prestijli müzik ödülü mercury, henüz albümleri çıkmadan internet sayesinde meşhur olup, debut albümleri "whatever people say i am, that's what i'm not" ile de büyük başarı yakalayan arctic monkeys'e gitti. thom yorke, muse, richard hawley, editors gibi dişli rakiplere rağmen aldıkları bu ödül henüz yeni oluşmaya başlayan biyografilerinde çok önemli yer tutacak. albümü dinlememiş olan varsa artık zamanının geldiğini anlar umarım.

bir küçücük yorke'cuk...


müjde müjde bize, küçük yorke'tan müjde bize. dağılan unbelievable truth solisti andy yorke'un solo albüm için çalıştığı haberlerini duyuyorduk ki myspace olaya noktayı koydu. ağustos sonunda hazırlıkları biten albümün önümüzdeki sene başında yayınlanması bekleniyor. tabi ki andy yorke'un myspace sayfasından yeni şarkıları dinleyebiliyoruz. her ne kadar unbelievable truth albümü olmasa da grubun üyeleri nigel powell ve jason moulster'ın da albüme katkıları var. yihuu diyerekten başbaşa bırakıyorum sizi.

Pazartesi, Eylül 04, 2006

uff puff ay aman


arayı uzatıyorum. gitmem gereken bir düğün var. rock'n coke'la ilgili söyleyecek birsürü de sözüm var ama yazacak halim ve zamanım yok. sadece
en beğendiğim: gogol bordello (beğenmedim diyen dayağı hakediyordur zaten), muse
hayal kırıklığı: editors
en kötü: "herşeyiyle kötüydü" diyebileceğim hiç kimse yoktu dinlediklerim arasında. ama kötüleyeceğim bisürü şey var.

Cuma, Eylül 01, 2006

kısa bir ara


3-4 günlük rock'n coke arası. dönüşte harika bir grubun yazısı geliyor. belki de bugüne kadarkilerin en önemlisi. sonunda cesaret edicem.
buralar size emanet. bırakın kolayı falan da ben yokken tatlı tatlı oturun tadelleyle. sonra festivali de anlatmaya çalışıcam.


pff yokluğumun farkına bile varılmayacaktır kimi kandırıyorum.